HİMMET KARATAŞ

Bir Varmış Bir Yokmuş

HİMMET KARATAŞ - Bir Varmış Bir Yokmuş

Okula başlama yaşı mı müfredat mı önemli?

lkokula başlamada 66 ay meselesini ne kadar büyüttük değil mi? Türk Psikolojik Danışma Derneği Başkanı Prof. Ergene, Vatan’a konuşmuş:”Veliler bilmeli ki çocuklar o raporla fişlenmiş olacak. 66 veya 68 aylık çocuk bile okul öncesi eğitim yaşındadır” demiş ve eklemiş:

“ 72 aydan önce çocuğu temel eğitime almak gelişimini bozar.”

Neden ve nasıl? Cevap yok. Dönüp dolaşıp aynı noktada; ay hesabında permütasyon oyunları yapıyorlar. Basında, sosyal medyada “4+4+4 kaosu başlıyor”, “Çocuğumun gelişimi 1. Sınıfa uygun değildir” ibareli dilekçeler elden ele dolaştırılması için servis ediliyor.

Tıpkı okul sütü dağıtımında olduğu gibi… Olumsuz birkaç vak’ayı tümünde yaşanıyormuş gibi göstererek, toplumda kaygıya bağlı karşı koyma davranışı geliştirmek… Hangi amaca hizmet edecekse? Sonuçta bunlara inanan veliler zararlı çıkıyor. Tüm sınıf süt içerken onların çocukları seyrediyor.

SADECE ÜÇ AY ÖNE ÇEKİLDİ

İlkokula başlamada 66 ay düzenlemesi yapılmamış olsaydı 1 Ocak – 31 Aralık 2006 doğumlu çocuklar bu yıl 1. Sınıfa gidecekti. Yeni düzenleme bunu 30 Mart 2007 ‘ye çekiyor. 60-66 Ay arası tamamen veli isteğine bağlı olarak 1. Sınıfa kayıt ediliyor. Bu 3 aylık aşağı çekmede bilimsel veriler yanında mutlaka velilerden gelen taleplerin de etkisi olmalı. Çünkü geçtiğimiz yıllarda bir gün farkıyla çocuğunu okula gönderemeyenler vardı.

1 gün veya 1 ay farkla çocuğa 1 yıl kaybettirmek ne kadar hakkaniyetle bağdaşır? Yine geçtiğimiz yıllarda gelişim yetersizliği vb nedenlerle çocuğunu okula göndermek istemeyenler de dilekçe ile okul yönetimine başvurarak bir yıl erteletebiliyordu.

“72 Aydan önce çocuğu temel eğitime almak gelişimini bozar!” (mı?)

İzaha muhtaç bir iddiadır. Sloganlarla milyonların hayatı etki altına alınamaz.

Gelişimi nasıl, hangi yönde bozar?

Tamamen okuma yazma öğretimi ve bilgi yüklemeye dayalı bir eğitim anlayışı esas alınırsa (eski müfredatta olduğu gibi) bu pekâla mümkün… Ama 1. sınıf müfredatı değiştirildi. Hem de daha çağdaş bir içerikle… Öğrenciler daha uzun bir zaman diliminde okuma yazma öğrenecekler. Çocukların çok sevdiği oyun ve fiziki etkinlikler 1. sınıflarda her gün ders olarak mevcut. Uzmanlar biraz da bu konularda konuşsalar daha iyi olmaz mı? Malesef müfredat boyutunu teğet geçerek, yaş boyutunda gürültü çıkarmaktadırlar. Net bir çıkarsamada bulunabilmek için meseleyi iki yönüyle de ele almak gerekiyor.

Söylenildiği gibi “öğrencinin gelişimini bozar” iddiaları bilimsel falan değildir.

Bilimsel olan ilkokul 1.sınıf müfredatının değiştirilerek çocukların zihinsel, duyuşsal ve fiziksel gelişimine uygun hale getirilmesidir. Bu ileriye dönük bilimsel temeli olan bir düzenlemedir.

GECİKMİŞ BİR DEVRİM

Evet, 4+4+4 gecikmiş bir devrimdir. Her geçiş döneminde olduğu gibi bazı sıkıntılar olacaktır. Bunu kabullenmek ve çocuklarımızı 2030’lu yıllara hazırladığımızın bilinciyle hareket etmek zorundayız.

Fişleme iddiası dikkate değer değildir. İddia sahipleri de belirtiyor ki; bu yaşlarda gelişim hızı aylar, hatta haftalarda bile farklı olabiliyor. Yani bu rapor “Sürekli” değil, o kayıt dönemi içindir.

İlkokul 1. sınıfa başlama yaşına itirazlar malum sendikalarından ve her şeye muhalafet modunda hariçten gazel okuyanlardan dile gelmekte, velilerin istisnai durumlar dışında kayda değer bir itirazı bulunmamaktadır. Bu konuda rapor alarak çocuğunu 1. sınıfa göndermeyenlerin istatistik oranı ileride mutlaka açıklanacaktır. Kişisel tahminim yüzde 5’in altında olacağıdır.

ÇOCUK GELİŞİMİNE GÖRE EĞİTİM DAHA ÖNEMLİ

Aslında şu gerçeği herkes biliyor; 5 yaşından itibaren çocuktaki öğrenme -okula gitme- isteği anne babaları epey zorluyor. Yaşı küçük olduğu için okula gidemeyeceğini açıklamakta zorlanıyorlar. Kardeşleri okula giden 5 yaşındaki bir çocuk, her gün okula gitmek istemektedir.. Ev içi oyunlarında sırtına çanta alarak oynayan çocukları çok görmüşüzdür.

Geçtiğimiz yıllarda bir reklâm spotu vardı:

“7 Çok Geç!”

Evet, 7 çok geç! Peki, 66 ay çok mu erken?

Yaşı küçük ama hayalleri büyük çocukların bitmek bilmeyen soruları bir reklam filminde Şener Şen’i bile zorda bıraktığına göre? 66 ay çok erken diyenler için kısa bir bilimsel hatırlatma yapmak gerekiyor: 3, 4 ve 5 yaş çocuklarını bazı özeliklerini özetlersek; “3 yaşında akran ilişkileri gelişir ve özerkliğini ispata çalışır. İki seçenekten birini tercih eder. 2,5 -3 yaşlarında ortalama 200 kelime üretir. Eleştirme becerisi gelişir. 4 yaşında basit öyküleri anlatır. Zengin hayal gücüne sahiptir. 4-5 yaşta dil gelişimi; kitaplara yoğun ilgi gösterir. Karmaşık cümleler üretir ve gramer kurallarına uygun konuşur. Sembollerle sözler arasındaki ilişkiyi kavramaya başlar.” ( Prof Nilgün Metin. H.Ü.Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü)

Devam etmeye gerek var mı?

Eğitimin tam zamanı değil mi 5,5 – 6 yaş?

NASIL BİR MÜFREDAT?

Asıl sorun şudur: Bilgi yüklemeye dayalı yoğunlaştırılmış bir müfredat mı bilimseldir, yoksa çocuğun yaşına/gelişimine uygun düzenlenmiş bir müfredat mı?

Değiştirilen ilköğretim 1. sınıf müfredatı nedense hiç sorgulanmıyor?

Daha okulun ilk günlerinde okumaya (2 ay içinde) geçmesi için fazlasıyla yoğun bir okuma yazma programına tabii tutulan çocuklar okul sevgisini kaybediyordu. Nitekim uygulamada veliler öğrencilere verilen okuma yazma ödevlerinin çokluğundan yakınarak, çocuğunun okula gitmek istemediğini dile getirmişlerdir. Okuma yazma öğretiminin ilk ayları öğrenci için sıkıcı ve zorlayıcı olduğundan, daha ilk yıl okul ile ilgili tüm hayalleri yıkılmakta ve okul sevgisini ve heyecanını kaybetmektedir. Böylece öğrenci kendiliğinden değil de emirle okumakta, yazmaktadır. Projeler, araştırmalar hep ödevden öteye gidememektedir.

.Sonuçta okumayı ve yazmayı sevmeyen, itaatkar bir nesil yetişiyordu. Hoş, bu tip insan ideali olanlar yok değil ama geçtiğimiz yüzyılda kaldı. Korkularıyla baş edemeyenler yüzünden kaybedecek vaktimiz yoktur. Eğitim öğretim süreçlerimize evrensel boyutta bakıldığında sorun daha net görünecektir.

OYUN EN İYİ ÖĞRENME ARACIDIR

Bilimselliği dilinden düşürmeyenler de kabul ederler ki; oyun en iyi öğrenme aracıdır. Somut düşünme ve hayal kurma becerisi oyun yoluyla desteklenen öğrenciler okulu daha çok sevmektedirler.

Bu nedenle okul öncesi eğitim müfredatı 1.sınıf müfredatına göre daha bilimsel olduğundan (beceri ve yeteneği önceleyen içeriğiyle) öğrenciler hiçbir şikayette bulunmazken aynı öğrenci birinci sınıfta adeta şok yaşamakta, hayallerini ve heyecanını kaybetmektedir. Eğitim hizmeti verenler bireyin öğrenme heyecanını sürekli canlı tutmak zorundadırlar.

Sayfalarca verilen yazma ödevleri, arkadaşlarıyla oluşturulan önce okumayı öğrenme yarışı öğrenciyi oyundan uzaklaştırmaktadır. Yeni düzenleme ile ilkokul 1. sınıf 1 dönem okul öncesi müfredatına paralel eğitim görecek olan öğrenciler 2. Dönem okuma yazma etkinliklerine geçeceklerdir.

ELEŞTİRİLER YAŞLA SINIRLI KALIYOR, PEKİ YA MÜFREDAT?

72 ayda ısrar edenlerin bir gelecek kaygısı olduğuna inanmak istiyorum. Gelecek kaygısı olanlar değişime kapalı kalamazlar. Toplumdaki ve dünyadaki değişimleri takip ederler, içselleştirmeye çalışırlar. Cümlelerinde “bilimsel” sözcüğü geçti diye bilimsellik iddiasında olamazlar.

Hiçbir realiteyle bağdaşmayan eleştiriler tek tip eğitim sistemiyle yetişmiş ve değişime direnen kişiler tarafından yapıldığından, şimdiye kadar uygulanan eğitim programlarını sorgulamak gerekir.

İlerici olması gerekirken neden hep “eskisi daha iyiydi” anlayışı ile dünyadan kopuk bir nesil yetiştiririz?

Bu 66 aylık çocukların 1. Sınıfa başlamasından daha önemli değil midir?

Bu yıl 1 ve 5. Sınıfların göreceği müfredat zaten bu nedenle değiştirilmiştir.

Müfredat uygun olduğunda 3 yaşındaki bir çocuk bile bir sınıf ortamında eğitilebilirken bu kadar kuru gürültü çıkarmanın bir açıklaması olmalıdır.

 

( Bu makale  2 Eylül 2012 de Yeni Şafak Gazetesinde yayımlanmıştır.)

Görüntüde eşitlik, içerikte itaat

Geçtiğimiz yıllarda güzel bir papağan resminin altında “Ezber bozuldu” yazan afişler asıldı okullara. Gerçekten de eğitimde “ezber bozan müfredatlar” uygulamaya konuldu. Fakat hala ezberimizde olan bir uygulamanın yanlışlığı üzerinde durmakta fayda var: Tek tip kıyafet!

Modern dünya çoktan terk etti ama ülkemizde ilköğretim öğrencileri yaz dönemi uygulamaları hariç hâlâ önlük giymek zorundalar.

Eğitimde kıyafet serbestliğine karşı olanlar; “Türkiye gibi, sosyal katmanları arasında farklılıklar olan bir ülkede, kıyafet serbestîsinin çocuk psikolojisi üstünde olumsuz sonuçlar doğurduğuna” inanırlar. Onlara göre “çocuklar arasında birbirine karşı oluşacak imrenme ve bir takım şeylerden yoksun olmak, çocuk psikolojisini etkileyecektir.” Bu ve benzer mazeretlerle bugüne dek geldik…

Aynı mahallede birlikte yaşayan ve aynı okula giden öğrenciler birbirlerine karşı neden bir imrenme duygusu beslesinler? İlk defa okulda karşılaşmıyorlar ki? Üstelik adrese dayalı kayıt sistemiyle bu durum daha da netleşti.

Bir diğer husus ise önlük veya okul formalarının velilere yüklediği maliyettir. Günlük yaşam ihtiyaçları dışında ayrıca okul için kıyafet almak, velilere ekonomik anlamda bir yük getirmektedir. Her yıl yaklaşık on beş milyon ilköğretim ve ortaöğretim öğrencisinin ders başı yaptığı hangi ülkede okul kıyafetleri bir sektör haline gelmez?

ÖNLÜĞÜN PSİKOLOJİK ETKİSİ

Çocuk psikolojisini etkilediği doğrudur. Ancak şu şekilde: “Okul, neden beni sevdiğim bir kıyafetle kabul etmiyor?” Bu sorunun karşılığı çocukta ‘okulu sevmeme’ duygusunu körüklemez mi? Nitekim serbest kıyafet uygulanan pilot (Eskişehir) okullarda devamsızlıkta belirgin bir düşme gözlenmiştir. Sokakta veya evde kendi tercih ettiği bir kıyafeti giyen çocuk, o renkli dünyasını bir anda silen, diğerlerinden farksızlaştıran önlüğü sevmiyor. Bunu veliler ve eğitim çalışanları her gün gözlemlemektedirler… Öğrenci okula önlükle gitmemek için yalan söylemeye itilmektedir.

İnsan kendine yakışan ve rahat ettiği bir kıyafeti giymek ister. Psikologlar bir gün içinde birkaç defa kıyafet değiştirmenin “verimlilik ve ruh sağlığı” açısından gerekliliğini vurgulamaktadır. O unutulmaz bayram sevinçlerinin en büyük paydası yeni giyilen bir kıyafettir.

İlköğretim çağı, çocuklar için oldukça hareketli bir dönemi kapsar. Öğrencilerin sivil kıyafetle girebildikleri tek ders olan “Beden Eğitimi”ni çok sevmelerinin altında sadece top oynama isteği mi vardır? Öyle olsa bile bizim diğer derslerin müfredatında bir geliştirmeye gitmemiz gerekmez mi? Okulun veya Milli Eğitim Bakanlığının asıl amacı öğrenciye okulu sevdirmek değil midir? Tüm dünyası “rengârenk hayaller” ve “sevgi” olan bir çocuk; sevmediği bir dersten veya okuldan ne alabilir?

Çocuklar için herhangi bir konuda kendilerinin karar vermesi çok önemlidir. Bu,”ben varım” mücadelesinden kaynaklanır. Çocuklar belli bir yaşa kadar kendi varlıklarını çevresine ispatlama kaygısındadırlar. Yetişkinlerin bu durumlarda takındıkları tutum onların kişilik gelişimi için son derece önemlidir. Pedagoglara göre, ikiz çocuklara bile aynı kıyafetlerin giydirilmesi kişilik gelişimini olumsuz etkilemektedir. O halde tüm sınıfa aynı önlüğü giydirmenin nasıl olumlu bir sonucu olabilir?

Nerede ne giyeceğine asla değiştirilemez şekilde başkaları tarafından karar verildikçe, çocuğun kendi özgüveni sarsılacak ve “aslında ben bir hiçim” diyecektir. Bu değersizlik duygusu ileri yıllarda sosyal yaşamında sağlıklı ilişkiler kurmasını da engelleyecektir.

Tek tip kıyafet (forma) eski doğu bloku ülkelerinde uzun yıllar uygulanan, gelişmiş Avrupa ülkelerinde ise çoktan terk edilen bir uygulamadır… Çünkü tek tip kıyafet uygulamasının “ülkedeki insan kaynağının hedeflenen yönde gelişimine hiç bir katkı sağlamadığı anlaşılmıştır.”

AMAÇ EŞİTSİZLİĞİ GİZLEMEK DEĞİL

Edilgen, itaat eden, araştırmayan ve sorgulamayan bir insan tipinin temelini atmış oluyoruz tek tip kıyafetle…

Yeni ilköğretim müfredatında öğrencilere ‘proje’ ödevleri veriliyor. Amaç; araştırma yapması, kendini geliştirmesi ve yine kendini ifade edebilmesidir. Daha baştan diğerlerinden farkı olmadığını düşünen bir öğrenci, gerçekte de gördüğümüz gibi bu tür ödevleri “angarya” olarak değerlendirecektir. Bir buluş yapılacaksa, kendine kıyafeti ve müfredatı seçen otorite yapacaktır ona göre… O sadece kurallara uyacak, ödevini yapacak ve dersini iyi dinleyecektir. Görüldüğü gibi tek tip kıyafet uygulamasının eğitim sistemimizin önünü açıcı hiç bir etkisi yoktur. Aksine öğrencileri önemsizleştirerek bireysel yeteneklerini köreltici bir etkiye sahiptir. “Birey olma” sürecine de olumlu bir katkısı yoktur.

Bütün bunlara rağmen “neden önlük?” sorusuna bile net bir cevap bulmak artık imkânsız hale gelmiştir. Tek tip kıyafetteki amaç, öğrenciler arasındaki sosyal eşitsizliği gizlemek olamaz. Zaten eğitimle onları sosyalleştirmeyi amaçlamıyor muyuz? Sosyal hayatta hepimizin kıyafeti Brezilya dizilerindeki oyuncuların kıyafetleri gibi mi? Sosyal hayattaki ve bireyler arasındaki “farklılığı” nereye kadar gizleyebilirsiniz? Bu anlayışın çağdaş eğitimle uzaktan yakından alakası yoktur. Yoksa “çocuklar üzerini kirletince velilere yük olmasın” mı diyoruz? Elle tutulur hangi bahanesi vardır önlükte ısrar etmenin?

Küçülen dünya bize değişmemizi buyuruyor. Bir ülkenin geleceğinin en iyi göstergesi insana yaptığı yatırımdır. Çağdaş, güçlü ve tarihe yön veren bir Türkiye özlemindeysek ilk adımı çocuklarımızın eğitimiyle atabiliriz.

https://www.yenisafak.com/yerel/goruntude-esitlik-icerikte-itaat-138269

( Bu makale  Yeni Şafak gazetesinin  6 Eylül 2008 tarihli baskısında yayımlanmıştır.)

Çocuk Edebiyatı / Öykü

Kara Karınca Tatilde

Bir yaz günü daha başlıyordu. Henüz güneş doğmamıştı. Yapılacak çok iş vardı. Fakat Kara Karınca bu gün başka bir şey düşünüyordu.

Bay karınca Ağustos böceğinden sıkılmıştı.

Her zaman adı onunla birlikte anılıyordu.

Sabah erkenden çantasını hazırlayıp denizin yolunu tuttu.

Kıyıda esneyen bir yengeç ona gülümsedi:

“Günaydın, sen de kimsin?”

“Ağustos böceğinin arkadaşıyım.”

“Ah, evet okuldayken okumuştum. Sen çok çalışkan birisin. Güzel bir hikâyeydi. Demek tatile geldin?”

Evet, dedi Kara Karınca: “Bir gün olsun dinlenmek benim de hakkım.”

Bu arada Kara Karınca şemsiyesini açmış, mayosuyla denize dalmıştı bile.

Masmavi sularda bir yaprak gibi yüzmek ne güzeldi. Bütün bir yılın yorgunluğu uçup gitmişti gökyüzüne.

Kara Karınca biraz sonra güneşlenmek ve kitabını okumak için kıyıya çıktı. Cep telefonu durmadan çalıyordu.

Arayan kim olabilirdi ki?

Aceleyle havluyu üzerine örttü.

Ağustos Böceğiydi telefondaki:

“Nerdesin kardeşim? Kaç saattir gelmedin. Evine kış mı geldi yoksa?”

Kara Karınca telefonu yanına aldığına pişman oldu. Tatilin keyfi kaçıyordu.

“Ben, denizdeyim!” diye cevapladı..

Ağustos Böceği kısa bir şaşkınlıktan sonra : “Denizde ne arıyorsun? Senin yiyeceğin buğday orada olmaz ki!”

Kara Karınca yine kısa cevap verdi. Canı konuşmak istemiyordu. Bir gün bile olsa yalnız kalmak, dinlenmek istiyordu.

“Tatile çıktım.”

Ağustos Böceği şoka girmişti. Karıncaların tatile gittiğini hiç duymamıştı.

“Bekle geliyorum!” dedi.

Kara Karınca telefonu çantasına koydu.

Güneşin altına uzandı. Dalgaların sesiyle bir güzel uykuya daldı.

Çok geçmeden Ağustos Böceği şemsiyenin teline konmuş vızır vızır ötüyordu.

Kara Karınca ona birlikte yüzmeyi önerdi.

O gün iki eski dost akşama kadar yüzüp eğlendiler. Satıcıdan haşlanmış mısır alıp yediler. Birlikte kitap okudular.

Ağustos Böceği hiç şarkı söylemedi. Denizin sesini dinledi sadece.

“Müthiş bir müzik…” dedi içinden. Gözlerini kapadı. Her şey maviydi.

21.02 2008  Himmet KARATAŞ

Yazar Hakkında

Himmet KARATAŞ

Burdur Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümünü bitirdi.(1993)  İşletme Yönetimi Dalında Yüksek Lisans yaptı.(2013)

Hikaye, deneme, şiir ve makaleleri gazete ve dergilerde yayımlandı. Şiir ve öyküleri : Hazan, Kırağı, Çerağ , Yedi İklim, Seyir, Sebilülreşad, Ya da,  Likâ, Yitik Bavul,  dergilerinde  yayımlandı.

İlk mesleki makalesi  “Eğitimde Verimlilik Açısından İnsan İlişkileri” (Çağdaş Eğitim Dergisi,Yıl 25, sayı 262, Şubat 2000, s. 47-48.) yayımlandı. Diğer çalışmaları MEB Bilim Ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi ile Yeni Şafak gazetesinde yayımlandı. Kepez Belediyesi tarafından 2019 Yılında 5.si düzenlenen Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat ödüllerinde ” Tavşan Kral” adlı çalışmasıyla ödüle layık görüldü. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik ve yöneticilik yapan Karataş, evli ve 3 çocuk babasıdır.

Esreleri:

Mistik Yolcu ( Şubat 2018) İbrişim Yay. Bursa

Mutlu Orman Masalları (Temmuz,2021) Hayy Kitap Çocuk, İstanbul

Dondurma Ağacı (Temmuz, 2021) MEB Kültür Yayınları, Ankara

Yine Gel Nisan

Nisan’ı sevmeyen var mıdır?
Kış boyu içimizde saklanan ‘yeniden doğuş’ müjdesinin güneşle buluştuğu Nisan’ı?
Yağmurun bir başka güzelliğe büründüğü, her damlasında menekşeler, gelincikler için hayat öpücüğü taşıyan Nisan yağmurlarını sevmeyen var mıdır?

Aylardan Nisan’sa dağ taş yeniden doğuşun simgesi kesiliverir.
-Öyle değil mi?-

Hangi boşluğa baksanız sarı kömeçli beyaz papatyalar, kırmızı gelincikler ve rengârenk menekşeler doldurur gözlerinizi. Evlerin bahçelerinde güller sarmaşıklara karışmıştır. Kelebek olup uçmak, çocuk olup koşmak istersiniz.

Yaşı kaç olursa olsun Nisan boyunca gençtir her insan.
İçindeki sonsuzluk özlemi bir kez daha gerçeğe dönmüştür çünkü. Kuru, cılız dalları kuşatan gümrah yapraklar, taşların göğsünde açan kır çiçekleri hep bir ağızdan diriliş türküsü söylerken;“Ölüm âsûde bir bahar ülkesidir rinde” demiş olmalı şair isabetle…

Tıpkı hayat gibi şaşırtır bizi Nisan. Ansızın yağmurla yakalar kaldırımda güpegündüz. Tatlı bir telaşa karışır şehirler, dağ rüzgârıyla esenlenir. Bir çocuk gibi karşılar telaşımızı gökyüzü. Gülse güneş, ağlasa yağmur düşer üstümüze…

Yağmur yağıyorsa eğer açacak çiçekleri vardır yeryüzünün…
Toprak kokusuyla harmanlanıp çiçeklensin diye hayatımız, ıslanırız usul usul yağmurda.
Gökyüzü vuslatın gözlerdeki aynası olmuştur. Sevinç gözyaşları gibi yağar gökten yağmur. Belki bu yüzden daha çok severiz Nisan yağmurlarını. Yerin ve göğün sevinç çığlıklarından başka ne olabilir çakan şimşekler? İki ezeli sevgili; yer ve gök Nisan’da kavuşurlar adeta. Yer, çiçeklerle dile getirir aşkını… Gök, onları besleyip büyütecek yağmurla…

Yağmurla gelmişti Nisan… Yine yağmurlu günlerle gitti başka baharlara.
Yeryüzünün baharı bekleyen başka kıyılarına gitti.
Gitti, geleceğini müjdeleyerek!

Himmet Karataş

Öykü

Kasımpatılar Açarken

Okulumuza müdür olarak atandığında akasyalar çiçek açıyordu.
Yıllardır bu günü bekliyormuş gibi şenlenmişti bahçemiz. Demek umudun ve sevginin topraktan fışkıran filiziymiş çiçekler.
Umuda büründük biz de…
.
Öğretmenler kurulunu topladı.
Kendini kısaca tanıtırken mütevaziydi. Vatan haritasında bir yer gösterdi ve idarecilikle başlayan çetin çalışma şartlarını anlattı. Öğretmenlere takım arkadaşı gözüyle baktığı belliydi. Kaybedilen özgürlükleri geri veriyordu sanki. Bunu arkadaşlarımın gülümseyen gözlerinden anlayabiliyordum.
“Burada küçük bir ekibiz ve sizleri büyük işler yapmaya davet ediyorum” dedi.
Bir arkadaşım söz alarak; “Çay içemiyoruz, çay ocağımız var fakat çay yasak!” deyince, şaşırdı. “Şu saatten itibaren çay serbest!”
Dile getirilen tüm sorunlara akılcı çözümler sunuyor, ajandasına notlar alıyor, gelen misafirleri kapıda karşılıyordu
Küçük duyuruları bile öğretmenler odasına gelerek iletiyordu bize. Öyle eskisi gibi müdür odasında tek sıra hizaya çekilip azar işitmekte yoktu artık. Gülerek giriyorduk derse!

Hiç durmadı. Okulu gezip gözden geçirirken bakımsız sıralara, kırık dökük pencerelere ve duvar gazetesi şeklindeki Atatürk Köşesine bakıp bir iç geçirdi.
“Bu çocuklara layık bir okul yapacağım burayı” dedi.

Akasyaların özgürlüğümüze bir armağanı olmuştu kendisi..

Kıt imkânlarla büyük işler nasıl yapılır onda gördük.
İyi bir çevre incelemesi yaptıktan sonra:
“Arkadaşlar, bir yılsonu şenliği yapalım” dedi. “Yeterince potansiyelimiz var.”
Haklıydı. Öğretmen arkadaşlar arasında iyi bağlama çalan Merdan Bey vardı ki, tek başına şenliği yapabilecek donanımdaydı.

Bir haziran akşamı bütün kasaba halkı okulun bahçesindeydi.
Gönüllü veliler gözleme yapıyor, yanındakiler ayranla birlikte gözleme satıyordu.
Merdan bey saatlerce bağlama çalarak tüm Anadolu’yu türkülerle okulumuzun bahçesine getirdi sanki. Kah Sivas’ın yollarına, Kah Cemilem türküsüyle, Kezban Yengeyle, Topal oyun havasıyla davetliler coşmuştu…
Öğrenciler, veliler, öğretmenler tek yürek olmuştu. Bu birlikteliğin okulumuzu yenibaştan onaracak bir “elde”si olduğunu o an hiç düşünmemiştim.

Hizmet içi eğitim çalışmalarım nedeniyle karne günü ben de okuldan ayrıldım. Giderken yıpranmış sıraların ve sıvaları dökülmüş duvarların sesiz çığlığını duyar gibiydim.

Koca bir yaz yolum düşmedi okuluma. Memleket havasını özlemiş olmalıydım.

Döndüğümde akasyaların çiçekleri de solmuştu. Müdürümüzün mahkeme kararı görevinden ayrılacağını bizden önce duymuştu ağaçlar. Kuşlardan mı aldılar haberi bilmiyorum.…

Eylülün ilk günlerinde okula geldiğimde gözlerime inanamadım…
Pırıl pırıl boyalı duvarları, tertemiz koridorları, yenilenmiş sınıfları ve dahası yeni Atatürk Köşesini görünce; “Bu bir rüya!” dedim. “Olamaz, bu kadar zamanda bunlar yapılamaz.”

Koşarak sınıfıma çıktım. Sıralar gülümsedi yüzüme. Zımparalanıp, cilalanmıştı. Başımı yukarı kaldırıp bakın, oracıkta kalakaldım: Yıllardır hayalini kurduğum projeksiyon tavana takılmış beni bekliyordu. Masamda çift işlemcili pırıl pırıl bir bilgisayar!
Bir nefeste diğer sınıflara koştum. Hepsinde projeksiyon vardı. Üstelik tüm sınıflar boyanmış, duvarlara fayans döşenmişti.
Teşekkür için odasına girdiğimde birkaç tane veli öğrenci kaydı için gelmişti.
İşlemlerin bitmesini bekledim.

Hemen arkasında Atatürk’ün şu sözü asılıydı: “Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır!”

“Çalışmalarınızdan dolayı çok teşekkür ederim, müdür bey” dedim.
“Rica ederim. Biz ne yaptık ki?”dedi.
Okulun bahçe düzenlemesine değindi. Bahçe duvarı ile ağaçları orta kaldırım taşları ile çevirerek çiçek ekeceğini söyledi.
“Hangi çiçeği seversin Muhittin bey?”
“Kasımpatı” dedi arkadaşım. Demez olaydı. O benim çiçeğimdi.
Bir kaç gün içinde bahçede peyzaj çalışmaları başladı.

Okullar açıldığında yaz boyunca okulumuzun yaşadığı değişime velilerin de ağzı açık kalmıştı. Kimi; “Madem bu kadar iş yapılabiliyormuş, neden yıllarca beklenildi?” diye sitem bile ediyordu.
Müdürümüzün beş ayda yaptığı çalışmalar bölgemizde dilden dile dolaşmaya başlamıştı bile. Daha önce; “İki yılım dolsa da tayin istesem” diye düşünen arkadaşlar, teknoloji üssüne dönüşen sınıflarını bırakmak istemiyorlardı artık…
Sınırsız ve ücretsiz fotokopi imkânına kavuşmuştuk. Her öğrenci için sınıflara yapılan dolaplar sayesinde çocuklar çanta taşımaktan da kurtulmuştu

Dersleri internet ve projeksiyon destekli işliyorduk. Müthiş keyif vericiydi. Sunularla renklendirilen dersler artık sıkıcı değildi öğrencilerim için. Çünkü yüzleri gülüyordu. Verdiğinin alındığını görmekten başka ne mutlu edebilir ki bir insanı? Mutluyduk.
Sanıyorduk ki bu hep böyle sürecek…
Çiçeklerle donatılacak bahçemiz. Dört mevsim çiçeğe duracak okulumuz sanıyorduk.
Bir kara haber geldi. Yıkıldık…
Soğuk bir kasım günü, kasımpatılar açarken müdürümüz görevinden ayrıldı.

Masanın etrafına toplandık.
“Yemek söyledim arkadaşlar. Biliyorsunuz, ben buradaki görevimden ayrılıyorum, kısa bir değerlendirme yapacak olursam; okulun tüm imkânlarını sizlerim hizmetine sunmaya çalıştım. Bu arada kırıcı olduysam özür dilerim.”
Gelişiyle çiçeklenen gönüller yıkılmıştı üzüntüden.
Galiba en çok özgürlüğümüzü geri verdiği için sevdik onu. Tüm yetki ve imkânlarını bizim için kullanarak bize verdiği değeri göstermişti.

Yemekten sonra bahçeye çıktık. Onu yolcu edecektik. Çiçek tarhlarına baktı… Kasımpatılar açmıştı…
“Muhittin Bey” dedi, “iyi bak onlara.”
Muhittin Bey omzuma yaslandı, tutamadı kendini…
Bir anda kalabalığın ortasında kalmıştık. Öğrenciler: “Gitme! Gitme!” diyerek alkışla tempo tutuyor, veliler bir buket çiçekle teşekkür ediyordu.
Çiçeklerle gitti… Pırıl pırıl, örnek bir okul bırakarak geride.
Okulumuzun gülen yüzüne kasımpatıların hüznü düşmüştü.

Sınıfa döndüğümde projeksiyon perdesinde kasımpatılar sallanıyordu.
“Öğretmenim!” dedi Gürkan: “Ben bu çiçeği seviyorum!”
Kucakladım, öptüm onu.
“Ben de çocuğum, ben de…”
“Baharda her yer çiçek açar öğretmenim, önemli olan Kasım’da, kışa karşı açmak! Müdürümüz Mehmet Bey’den öğrendik bunu. Bu yüzden seviyorum kasımpatıları!”

O gün, öğrencilerimin çizdiği kasımpatılarla süsledik sınıfımızı.
Bir türlü akşam olmadı…

Himmet KARATAŞ